Yavuz Turgul çekecek Kenan İmirzalıoğlu oynayacak
Yıllar sonra vizyona giren 'Eşkıya''da, şehre inen, takım elbise giyen adı mafyaya çıkanların nasıl şehre çöktüğü ve onların bu düzenine karşı gelen eşkıya Baran'ın hikayesi anlatılıyordu. Mafya denilenler de o yıllarda Susurluk'ta görünmüştü!
90’ların iki önemli filmi ‘Eşkıya’nın Baran’ı ile ‘Masumiyet’in Yusuf’u bir araya gelselerdi neler konuşurdu acaba? Paylaşacak o kadar çok şeyleri var ki… Yıllarca hapishanede yatan ve salıverildiklerinde, dışarının ne olduğunu unutan iki insan onlar. Bildikleri dünyayla, hapishane sonrası karşılaştıkları dünya çok farklı. Otele sığınıyor ikisi de ve yolda tesadüfen karşılaştıkları insanların hayatlarına karışarak kendilerini var etmeye çalışıyorlar…
Değer aşınması, tutkulu bir aşk, masumiyet, patlayan silahlar, küçük çocuklar, hayat kadınları, televizyon izleme seansları… Baran ve Yusuf’un dünyasında çok fazla ortak nokta var. İki karakteri düşününce, bir yanıyla bu kadar çok ortak noktalarının olması şaşırtıcı gelebilir. Ama bugünden bakıp 90’lı yılları düşününce çok da şaşırmıyor insan. Onların dünyasını kuran ve bu karakterleri önümüze getiren iki yönetmen Yavuz Turgul ve Zeki Demirkubuz ne de olsa hayata buradan bakan ve buranın dertleri ve insanlarıyla hemhal olan sinemacılar. İkisinin de 90’ların tuhaf karmaşasında zamanın ruhunu iyi tespit etmiş olması kuvvetle muhtemel.
Zeki Demirkubuz ‘Masumiyet’te 90’ların ruhuna işleyen çıkışsızlığı, sıradan ve tutunamayan insanların hikayesi üzerinden gerçekçi bir atmosferde anlatıyordu bize. Yavuz Turgul ise ‘Eşkıya’da o çıkışsızlığı modern bir masal anlatısı içerisinde önümüze koyuyordu. İki film de 90’lı yıllarda Türk sinemasının dirilişinde kırılma noktasıydı. 18 günde çekilen ‘Masumiyet’ bağımsız sinemamızın ve yeni nesil yönetmenler kuşağının önünü açmış, ‘Eşkıya’ ise herkesin bildiği gibi seyirciyi Türk filmiyle barıştırmış, hatta sinemamıza anaakım film yapma konusunda hala geçerliliği olan bir reçete sunmuştu. O reçete sayesinde epey yol alındığını söylemek gerek.
Peki neydi o çıkışsızlık? ‘Eşkıya’da mafya patronu Demircan’ın söylediği gibi eşkıyaların artık kente indiği zamanlardı 90’lar. Mafya deniyordu onlara. Görünürde takım elbiseli insanlardı, güya iş insanları. Ama şehirlerde silah ve para denkleminde yürütüyorlardı işlerini.
Aslında film vizyona girmeden 26 gün önce, 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta yaşanan kazada ucu görünen, mafyanın artık sistemin içinde kol gezdiğini anlamamızı sağlayan bir düzeneğin içinden bir hikaye anlatıyordu ‘Eşkıya’. O düzenekte kimsenin kendine bir gelecek gördüğü yoktu. Bunun için insanlar çıkışsızlık yaşıyordu. Filmde Baran’ın Tarlabaşı’nda kaybolduğunu anladığı an ne yapacağını bilememesiyle özdeşleştirelebilecek bir ruh halinin içselleştirilmesinden bahsediyorum. Ta derinlerinde insanların duyumsadıkları bir çaresizlik…
90’ları düşününce, geçmişe bakmanın verdiği iyimserlikle, insanın daha canlı, kıpır kıpır ve renkli bir dönemi hatırlaması muhtemel. Ki açıkçası öyle bir tarafı da vardı 90’ların. Ama o yılların dünyasında tam da anlatmaya çalıştığım çıkışsızlık gerçeğini unutmak ya da bununla yüzleşmekten kaçındığı için, insanların farkında olarak ya da olmayarak alabildiğine heyecana teslim olduğu, kendini oyalayabildiği de oluyordu. Zaten 90’lar rengarenk bir canlılıkla karanlığın harman olduğu dinamik yıllardı.
Ama eşkıyanın kılık değiştirip şehre indiği ve şehrin gizli hükümdarı olduğu o düzenek, ki sırtını 12 Eylül karanlığına dayayan bir düzenek, gözaltılar, faili meçhuller, mafya, kaybolan silahlar, rüşvetler, yolsuzluklar üzerine inşa edilmişti. Filmde Kamran Usluer’in canlandırdığı Mahmut Şahoğlu ya da eşkıya zamanlarındaki ismiyle Berfo’yla vücut bulan bu tür insanlar, böylesi bir hükümdarlığın krallık koltuğunda oturuyordu. Zenginliklerinin kaynağı, bir türlü açıklanamayan insanlar. Tek telefonla bir insanı gözaltına aldırıp sonra tek telefonla bıraktırabilecek kadar muktedirler. Güç onların elinde ve o güce herkesin biat etmesini istiyorlar. Ki başka da seçenek bırakmıyorlar. Ve bu hükümdarlıklarında yaşayan sıradan fanilerin bu biat dayatması karşısında duyumsadığı çaresizlik içinde debelenmesi ve bunun verdiği çıkışsızlık hissi…
Filmde Cumhuriyet Oteli’nin sakinlerinin yüzlerini gözünüzün önüne getirin. Durumun ne kadar da farkında onlar. Şiirdeki ve şarkıdaki gibi ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ diyerek, direnecek halleri kalmamış. Yorulmuşlar, yılmışlar ve pes edip bir otele sığınmışlar. Orada çaresizce ömürlerinin geçmesini bekliyorlar…
Tam da böylesi bir dünyaya Yavuz Turgul bir masal kahramanı sokuyor. 90’lar gerçeğinin içinden geçiyor o masal kahramanı. Kılık kıyafetiyle, tepkileriyle, davranışlarıyla, sevdasıyla o dünyanın bir insanı olmadığını, filmde göründüğü her sahnede bize hatırlatıyor. Sevdasını bile masallardaki gibi yaşıyor. Gerçek hayatta yapılamayacak kahramanlıklara girişebiliyor. Hükümdarlara biat etmediği gibi, eşkıyanın şehirdeki hükümdarlığına kafa tutacak kadar kendinden emin. Zaten filmin sonunda da ölmüyor, bir yıldız olup kayıyor.
Filmi yıllar önce sinemada ilk izlediğimde (üç defa izlemiştim), Susurluk’un en sıcak zamanlarıydı ve bana en çarpıcı gelen de o dönem gazetelere okuduğum haberlerde anlatılan bir dünyayı beyazperdede kanlı canlı görmemdi. Çok cesurca gelmişti. Hatta o dönem bazı kalem erbabı isimler bu anlatmaya çalıştığım durumu dile getirmişti. Ama nedense şiddetle refüze edilmişlerdi.
Susurluk ile ‘Eşkıya’nın ne alakası olabilirdi? Susurluk kazası olduğunda film zaten çekilip bitmişti onlara göre… Ama gözden kaçan bir şey vardı. Yavuz Turgul’un içinde yaşadığı toplumu gözlemleme ve duyumsama yeteneği… Turgul, eşkıya Baran özelinde anlattığı masalının etrafını duyumsadığı, gözlemlediği gerçeklerle örmüştü. Mesela Mahmut Şahoğlu’nun ilk televizyonda göründüğü sahneyi hatırlayın. Dönemin tüm gerçekliği o sahnede kullanılıyor. TV’deki spiker (Gülgün Feyman), onun haber sunumu, Şahoğlu ile söyleşi yapan gazeteci Mithat Bereket’in bizde yarattığı duygu. Film çekerken titizliği ve özeniyle nam salmış Yavuz Turgul için bunlar tesadüfi seçimler olabilir mi?
Zaten Susurluk’ta ortaya çıkan düzenek de uzun zamandır memlekette kuruluydu. Bakmayı bilen görüyordu da anlatmaya çalıştığı zaman kimseyi inandıramıyordu. Kaza sonrası bu gerçekler ortalığa saçılınca artık inanmamak bir seçenek olmaktan çıkmıştı.
Ama çıkışsızlık burada da devreye giriyordu. Birçoğumuz yine de o yıllarda ‘Eşkıya’daki gerçeklere değil masala kulak verdik, bu da normaldi. Bunun bir nedeni Baran’la özdeşleşmemiz. Berfo gibilerine güç yetmiyordu gerçekte ama filmde Baran bizim adımıza ona kafa tutuyordu. Hislerimize tercüman oluyordu. İkincisiyse kendi gerçiliğimizle yüzleşmenin zor olması. Lakin tam da bu noktada yüzleşmenin gereksizliğine inananların Mahmut Şahoğlu/Berfo’nun sevdası uğruna, en yakın arkadaşını ispiyonlamasını, onun hayatını kaydırmasını yüceltmeye çalışmalarına ne demeliydi? Öyle ya sevdası uğruna insan neler yapabilirdi? Berfo’nun Baran’a sorusuydu bu. Çarpıcı bir sahneydi. Lakin gözden kaçan Berfo-Keje ilişkisiydi.
Berfo Keje’yi zorla alıkoymuştu. Onun üzerinde fiziki bir tahakküm kurmuştu. Keje adeta yarı açık cezaevinde yaşıyordu ve Berfo’nun tahakkümü karşısında sessizliğe bürünerek direniyordu.
Muktedir Berfo, sevdasını yaşarken bile gücünü ortaya koyuyor, aşk söz konusu olunca eşitlikçi bir ilişkinin elzem olduğunu anlayamıyordu. Onun için Baran’a böyle bir soru sorabiliyordu. İstediği her şeyi, zor kullanarak elde etmeye alışmıştı ne de olsa. Sevda söz konusu olunca bile onun ne istediği önemliydi. Oysa Baran’ın, Keje’ye yaklaşımında eşitlik temelli bir bakış vardı. Bunun için Keje, Baran’ı ilk gördüğünde yıllar süren sessizliğini bozabiliyordu. Baran’ın oğlu gibi gördüğü Cumali’nin hayatı uğruna, sevdasından vazgeçmesini anlayabiliyordu.
Cumali zaten şehir eşkıyasının kurduğu düzende, şehrin arka sokaklarında beli silahlı, çaresiz bir figüran. Karanlığın en dibini görmüş. Eniştesinin tacizlerini savuşturarak hayatta kalabilmeyi başarmış, ‘gücü gücü yetene’ düzeneğinde güçlü olursa ayakta kalacağını düşünüyor. Bir çıkış yolu arıyor kendine, debeleniyor. Kendi sokağında racon kesse de, ki o da silahından güç alıyor, kendi yolunu çizmek için yaptığı ilk hamlede sistem hatası olarak görülüyor ve ortadan kaldırılıyor. Baran olmasa hikayesini bile bilmeyeceğiz. Yani masal kahramanız gerçeğin içinden geçerken onunla yollarını kesiştiği için Cumali’nin hikayesine vakıfız.
‘Eşkıya’ sayesinde 90’lar dünyasına gittiğimizde o zamanın gerçeklerinin karşımıza çıkmasının nedeni aslında zaman. Bazen zaman gerçeklerin üzerine örten bir tül olduğu gibi bazen de rüzgar olup üzerindeki toprağı savurup gerçeği görünür kılıyor. ‘Eşkıya’da olan ikincisi… Şehir eşkıyasının hükümdarlığı yıkıldı. Kurdukları düzenek ortaya çıktı. Ve ‘Eşkıya’nın zamanın ruhunu nasıl yakaladığı da daha net anlaşıldı.
Yavuz Turgul’un yazıp yönettiği kadim dostu ve has oyuncusu Şener Şen ile Uğur Yücel’in başrol oynadığı ‘Eşkıya’ 90’lar deyince akla gelen ilk Türk filmidir. Seyirci rekorları kıran, kapalı sinemaların açılmasını sağlayan film, bir masalı gerçeğin içine taşır. Masal kısmı alıp götürür seyirciyi ama zamanın ruhunu iyi kavrayan Turgul’un bize gösterdiği gerçeklerdeyse o yıllarda hem bireysel hem de toplumsal olarak üzerimize çöken çıkışsızlık vardır