Burdur’daki taciz skandalını tespit eden müdür vekilini bakanlık görevden aldı
Bu ülkede yaşamak, çoğu zaman kadınlar için savaş alanında olmak demek. Her gün, toplumun kendisine dayattığı normlar ve baskılarla mücadele eden kadınlar, hayatlarının her aşamasında özgürlüklerini kaybetme korkusuyla yaşıyor.
Bir babanın kızı, bir abinin kız kardeşi olarak aile içinde cinsel tacize uğramadığım, sokakta sopa ile dayak yemediğim, boşanmış bir kadın olarak eski eşim tarafından rahatsız edilmediğim ya da meçhul bir şekilde öldürülmediğim, töreye kurban edilmediğim için ne kadar şanslıymışım! Ancak ülkemizdeki çoğu kadın maalesef benim kadar şanslı değil. Kadınlarımızın, genç kızlarımızın, bebeklerimizin bu şansa sahip olması için mücadele etmenin hepimizin sorumluluğu olduğuna inanıyorum.
Ülke olarak kadın ve çocuk ölümlerinde her gün ama her gün yeni bir acıyı konuşuyoruz. Bu acılar, yalnızca istatistiklerle, rakamlarla sınırlı kalmıyor; ölenlerin, tacize uğrayanların, dövülenlerin, sokağa atılanların her biri insan. Tüm yaşadıklarımızın paralelinde artık şaşırmayız diye düşünürken, maalesef gerçekler, insanlık adına hepimizi her geçen gün şoka sokmaya devam ediyor.
Kötülük aynı, acı ise değişmiyor. Değişen sadece isimler…
Tuğçe, Fatma, Pınar, Selma, Rozerin, Gülseren, Yıldız, Nazlı, Besra, Sudenaz, Semanur, Zeynep, Petek, Buse, Esma, Dilek, Emine, Meltem, İlknur, Aslı, Fatma, Selin, Pembe, Ayşe, Çiçek, Sıla, Narin, Rojin ve daha yüzlercesi… Bu isimlerin her biri; bir yaşamın son bulduğu, hayallerin yarıda kaldığı, sevdiklerinin yüreğine ateş düşen kadınlar. Her bir ismin arkasında bir hikâye; hayata dair umut, geleceğe dair hayaller ve sevdikleriyle paylaştıkları anılar var. Vardı ama artık yok.
Bu ülkede yaşamak, çoğu zaman kadınlar için savaş alanında olmak demek. Her gün, toplumun kendisine dayattığı normlar ve baskılarla mücadele eden kadınlar, hayatlarının her aşamasında özgürlüklerini kaybetme korkusuyla yaşıyor.
Kadının kocasını veya sevgilisini istememe hakkı yok. Onun seçme hakkı, toplumun dayattığı cinsiyet rolleri tarafından gölgeleniyor. Kendi hayatı üzerinde karar verme özgürlüğü elinden alındığında, kadınlar kendi kimliklerini, heyecanlarını ve arzularını kaybetmeye başlıyor. Bu durum, sadece bireysel değil, toplumsal bir travmaya da dönüşüyor.
Kadının ailesinin erkeklerinden sıra ile cinsel tacize uğradığında sesini çıkarma şansı yok. Çoğu zaman bu durum, aile içinde gizleniyor. İlk önce annesi konuyu görmezden geliyor; belki onun hayatında da benzer bir hikâye var. Annesi, kendi travmalarını yeniden yaşamamak için gözlerini kapatmayı ve inkâr etmeyi tercih ediyor. Ve maalesef bu yöntem, hem bir savunma mekanizması hem de nesilden nesile aktarılan bir sessizlik kültürü haline geliyor. Bu sessizlik, kadınların yalnızca bedenlerini değil, ruhlarını da esir alıyor. Tacize uğrayan, dövülen kadınlar, çoğu zaman toplumun yargılarından, damgalanma korkusundan ve ailelerinin tepkisinden çekinerek yaşadıkları acıları içlerinde saklamak zorunda kalıyorlar. Bu durum, onları daha da yalnızlaştırıyor, çaresizleştiriyor ve bir çıkmaza sürüklüyor.
Kadının sokakta yürürken, otobüste, iş yerinde tacize uğramasında da suçlu asla erkek olmuyor. Toplumda kök salmış olan bu yanlış anlayış, kadınları sürekli suçlu psikolojisine itiyor. Kadının giyim tarzı, sokakta yürüdüğü saat veya bulunduğu mekân, tacizi hak ettiği şeklinde değerlendiriliyor. Bu algı, kadınların özgürce yaşama ve hareket etme haklarını kısıtlıyor, onları sürekli korku içinde yaşamaya zorluyor.
Erkeğin kontrol edemediği cinsel dürtüleri, kendinden fiziksel güçsüz olan bir insana yaptığı saldırı, yasaklı madde kullanmasının sonucundaki öfke patlamaları asla konuşulmuyor. Bu durum toplumda erkeklerin eylemlerinin aklanması, erkek şiddetinin normalleştirilmesi ve kadına yönelik tacizlerin göz ardı edilmesine yol açıyor. Ve bu yaklaşım, mağdurların yaşadığı travmayı derinleştirmekle kalmıyor; aynı zamanda toplumdaki diğer kesimin yani erkeklerin daha da vahşileşmesine neden oluyor.
Kadınlar, her gün kendi hayatlarını yaşamakta özgür olmadıklarını hissediyor. Tacizlerin, erkeklerin sorumluluğu yerine, kadınların hayatını kısıtlayan kurallarla ilişkilendirilmesi bir cinsiyet eşitsizliği sorunu değil de ne? Ve maalesef adli kontrol ile serbest kalan erkeklerin hak ettikleri cezayı almamaları, her seferinde kendilerini daha güçlü hissetmelerine ve şiddetin dozunu arttırmaya hakları olduğunu düşünmelerine neden oluyor. Bu çürümüşlüğün artık sadece bireysel bir sorun olmadığını ülkenin içinde bulunduğu, patolojik bir sorun olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Bu ülkede kadınların da güvenli bir ortamda yaşama hakkı olduğunu unutmayalım. Tacizin ve şiddetin normalleşmesine karşı durmak, sadece biz kadınların değil, toplumda herkesin ortak sorumluluğu. Bu konuda sessiz kalmak, acıları ve toplumdaki ahlaki çöküntüyü daha derinleştiriyor. Sağlıklı nesiller için sesimizi yükseltmeli ve birlikte mücadele etmeliyiz.
Adını kadim şehrimiz İstanbul’dan alan “İstanbul Sözleşmesi” ni yaşatalım.
Kadına yönelik şiddete karşı insan hakları temelli bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi, yalnızca cezalandırma ya da cezasızlığı ortadan kaldırma ile değil, kadınların korkmadan, güven içerisinde, şiddetten uzak ve ayrımcılığa uğramadan yaşamasına ve maruz bırakıldıkları şiddet için tazmin edilmelerine de olanak sağlıyor.
Yaşamak erkekler kadar biz kadınların da hakkı…
Tıpkı Can Yücel’in dediği gibi.
“Haydi, kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI…”
10 Aralık 2024 - Yeniden 20’li yaşlarda olmak ister misiniz?
3 Aralık 2024 - İyilik, insanlık için yeni bir başlangıç
26 Kasım 2024 - 25 Kasım: Hep birlikte şiddete dur dediğimiz gün
19 Kasım 2024 - Ünvanların olmadığı bir dünyada, sen kimsin?
Feza Turunçoğlu Kimdir?
Feza Turunçoğlu, Türkiye’de marka, pazarlama ve reklam sektöründe uzun yıllarını geçirmiş deneyimli bir profesyoneldir. Marka yaratma, spor pazarlaması, marka yönetimi ve iletişim konularında derin bilgi birikimine sahiptir.
Reklam ajanslarında yönetim ekibinde çalışmış, yürütme kurullarında yer almış, ülke için önemli birçok markanın büyüme süreçlerine katkıda bulunan ekipleri yönetmiştir.
Feza Turunçoğlu’nun kariyeri boyunca edindiği deneyimler ve sektördeki bilgisi, markaların stratejik iletişimini yönetme yeteneği ve kriz dönemlerinde markaların nasıl yönetilmesi gerektiğine dair görüşleri sektörde önemli bir referans niteliği taşır.
Bu dönemde; finanstan otomotive, gıdadan içecek markalarına, kamu projelerinden kişisel bakıma Türkiye’nin en önemli ve büyük bütçeli markaları ile çalışma, stratejilerinde söz sahibi olma ve değer yaratma şansı yakalamıştır.
Daha sonra Türkiye’nin bilinirliği ülke dışına da taşan ve ülkenin en değerli markalarından biri olan Vestel’de 10 sene boyunca Vestel Pazarlama iletişimi ve Perakende Pazarlama Liderliği yaparak; pazarlama iletişimi ve sponsorlukların yanı sıra, markanın stratejisi ve bütçe yönetiminde de söz sahibi oldu.
Vestel döneminde en sevdiği işlerinden biri “Biz Voleybol Ülkesiyiz” stratejisinin oluşturulması ve hayata geçişinde üstlendiği rolü oldu. ‘Biz Voleybol Ülkesiyiz’ iletişimi ile marka, hem tüketicinin gönlünü kazanırken hem de sayısız ödül kazandı.
Türkiye’de ‘Spor Pazarlaması’ denince, akla ilk gelen isimlerden.
Feza kendisini; reklam, pazarlama ve iletişim stratejisi alanlarında 30 yıllık deneyimi ile “ marka danışmanı” olarak tanımlıyor.
Vestel sonrası, bağımsız marka danışmanı olarak farklı projelerde ‘sevdiği ve inandığı’ markalara katkı sağlamaya keyifle devam ediyor.
Ve halen en çok voleybol izlemeyi seviyor.