Haftanın kitabı – Duvar: Sevginin gücü

Avusturyalı yazar Marlen Haushofer, 'Duvar' romanında, görünmez saydam bir duvarla ansızın tüm dünyayla ilişkisi kesilen bir kadının yaşam mücadelesini anlatıyor. 'Duvar' hem sistem eleştirisi hem de distopik bir Robinson Crusoe hikayesi

8 Aralık 2023

Avusturyalı yazar Marlen Haushofer, ‘Duvar‘ romanında  bir sabah uyandığında görünmez bir duvarla dünyanın geri kalanından koptuğunu ve yaşayan son insan olduğunu fark eden bir kadının hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Distopik bir Robinson Crusoe hikayesi…

Anlatıcı 5 Kasım günü başlıyor başından geçenleri yazmaya. Aslında ayı ve günü kesin olarak bildiğini söylemek zor. Hatta yazdığı olayların kesinliğinden bile söz edilemez. Zira günleri saymadığı zamanlar, notlarında eksik kalan yerler var. Pek çok şeyin belleğinde farklı biçimde yer ettiğinin, yazdıklarının kimselere ulaşmayacağının da farkında. Ama yine de yazmak zorunda;

“Yazmayı sevdiğimden yazmıyorum; aklımı kaçırmak istemiyorsam yazmak zorunda olmam, benim için kendiliğinden ortaya çıkan bir durum oldu. Benim adıma düşünebilecek ve bana bakabilecek kimse yok. Yapayalnızım ve uzun karanlık kış aylarını atlatmaya çalışmalıyım. Şu anda bunu isteyip istemediğimi bile bilmiyorum. Belki raporu tamamladığımda bunu bileceğim.”

(Bu satırları Marlen Haushofer’in yazma nedeni hakkında bir ifşaat anlamına geldiğini not etmek gerekir.)

40’larında çaptığın duvar

Anlatıcı 40’lı yaşlarda, iki yıldır dul, iki yetişkin kız çocuk sahibi bir kadın. İsmini hiç bir zaman öğrenemiyoruz. Zira artık ona ismiyle hitap edecek kimselerin bulunmadığı bir dünyada yaşıyor. Ve başına gelenlerin bir savaşın sonucunda olduğunu düşünüyor. Başına neler geldiğini kadının raporundan öğreneceğiz:

Kadın, nisan sonunda kuzeni Luise ve onun kocası Hugo’nun -Alpler’in eteklerine doğru uzanan bir vadideki- av köşküne davet edilmiştir. Davete memnuniyetle katılır. Uzun bir yolculuktan sonra eve gelip yerleşir yerleşmez Luisa köye gidip eğlenmek ister. Kadınsa ev sahiplerine katılmaz. Sabah uyandığında Luise ve Hugo’nun geri dönmediğini fark eder, endişelenir ve yanına Hugo’nun av köpeği Vaşak’ı alarak köye doğru yürümeye başlar. Ne var ki vadinin sonundaki geçide geldiğinde köpeğin acılı sesiyle irkilecektir;

“Onu neyin kaygılandırdığını göremiyordum. Yol o noktada geçitten çıkıyordu ve görebildiğim kadarıyla ıssız ve sakin bir biçimde sabah güneşinde uzanıp gidiyordu. İstemeye istemeye köpeği kenara itip tek başıma yürümeye devam ettim. Neyse ki onun engellemesiyle yavaşlamıştım, çünkü birkaç adım sonra alnımı sertçe çarpıp geriye doğru sendeledim.Vaşak yine hemen inlemeye başladı ve bacaklarıma yapıştı.

Kitaptan uyarlanan filmde Martina Gedeck rol alıyor.

Üç kez daha ayağa kalktım ve burada, üç metre önümde, ilerlememi engelleyen, görünmez, kaygan, soğuk bir şeyin gerçekten var olduğuna kani oldum (…) Şaşkın bir halde elimi uzattım ve kaygan ve soğuk bir şeye dokundum: hava dışında başka hiçbir şeyin olamayacağı bir yerdeki kaygan, soğuk bir dirençle temas etmiştim. Çekinerek bir kez daha denedim ve yine elim bir pencerenin camına dayanmış gibi kaldı.”

Saydam duvarın öte tarafına baktığında sanki ansızın donmuş gibi duran ölü insanları görünce dehşete kapılır. Louise ve Hugo’nun da öldüğünü, burada kapana kısıldığını düşünür. İşte bu anda hayatta kalma dürtüsü harekete geçecek, kadın bundan sonra yalnız başına nasıl ayakta kalabileceğini planlamaya başlayacaktır. Vaşak’ın dostluğuna tutunan kadının hayatı bir süre sonra çayırda bulduğu memeleri sütle dolu bir inek (Bella) ve ormandan çıkıp gelen bir kedi ile zenginleşir. Zorlu koşullara hep birlikte göğüs gererlerken aralarında büyük bir sevgi bağı kurulacaktır…

Kadınlık sancıları

Yazının girişinde “distopik bir Robinson Crusoe hikayesi” demiştim. Biraz açalım; Robinson burjuva bireyin maceracı ve girişimci ruhunun temsiliydi. Düştüğü adayı kısa sürede kapitalizmin idelojisine uygun biçimde düzene sokmuş, üretmiş, biriktirmiş, aslında bir emekçi olan ‘vahşi’ Cuma’yı ‘kurtarmış’, himayesine alıp ‘evcilleştirmişti’. Kısacası dünyanın sahibinin burjuva birey olduğunu kanıtlayan bir başarı hikayesiydi onunkisi.

‘Duvar’ın kahramanı da düştüğü yalnızlıkta yeni bir hayat kurmak için ekiyor, biçiyor, hayvan besliyor ve hayata kalmak için büyük bir mücadele veriyor. Ancak kadın bu duruma düşmesinin nedeninin kapitalizmin açgözlülüğü olduğunun bilincinde. ‘Robinson Crusoe’dan yaklaşık 240 yıl sonra yayımlanan ‘Duvar’da modern bireyin ve kapitalizmin başlangıçtaki tasarlanışıyla bugün varılan noktadaki hali arasındaki büyük fark hemen anlaşılacaktır.

Kapitalizmin ‘Robinson Crusoe’daki ütopik yorumu ‘Duvar’da bir distopyaya dönüşüyor

‘Duvar’ dünyanın bütün kalelerinin gerçekten zapt edildiği, bütün ‘vahşilerine’ boyun eğdirildiği, sermayenin hegemonyası altına aldığı heryeri birbirine benzetip tektipleştirdiği bir çağın ürünü. İşte bu nedenle kapitalizmin ‘Robinson Crusoe’daki ütopik yorumu ‘Duvar’da çarpıcı bir distopyaya dönüşüyor.

Sadece duvarın ortaya çıkması ile başlamıyor distopik durum. Kadının notlarında gözümüze çarpan iç hesaplaşmada modern insanın kendi yarattığı sistem karşısındaki acizliği, kadın erkek ilişkilerindeki eşitsizlik, giydirilen kadın kimliği, yalnızlık, sevgisizlik öne çıkıyor. Robinson Crusoe’nun o dünyaları fethetmeye talip özgüveninden çok uzak kahramanımızın yeniden doğayla uyumlu insan olma mücadelesi, bireyin varoluşsal sancılarını barındırıyor.

Ne güzel bir yabancılaşma

“Bir zamanlar olduğum o kadını, daha genç görünmek için çok çaba harcayan o küçük gerdanlı kadını bugün düşündüğümde, ona pek az sempati duyuyorum. Onun hakkında çok katı bir yargıda bulunmak istemiyorum. Yaşamını bilinçli olarak biçimlendirme imkânı hiç olmadı ki. Gençken, bilgisizce, ağır bir yükü üstlendi ve bir aile kurdu, o günden itibaren de bir yığın bunaltıcı sorumluluğun ve tasanın içinde sıkıştı. Yalnızca bir dev anası kendini bunlardan kurtarabilirdi, o da hiçbir bakımdan dev anası değildi, her zaman dertli, aşırı sorumluluk yüklenmiş, ortalama bir akla sahip bir kadındı, üstelik kadınların karşısında düşmanca duran ve onlara yabancı ve onlar için tekinsiz bir dünyada. Pek çok şey hakkında az bilgisi vardı, pek çok şeyi hiç bilmiyordu; genel anlamda kafasında korkunç bir dağınıklık hâkimdi. İçinde yaşadığı ve tıpkı onun gibi bilgisiz ve işi başından aşkın topluma bu yetiyordu.”

Anlatıcı aynadaki yüzüne, bedenine, ismine de yabancılaşmıştır. Ancak bu yabancılaşma gerçek benliğine ulaşmak anlamında olumlu bir yabancılaşma. Zira eski yüzü, bedeni ve ismi toplumun ona yüklediği rolün gereğidir ve onu doğal halinden koparmıştır.

“Kırklı yaşların kadınsılığı, lüle lüle saçlarla, küçük gerdanla ve yuvarlak kalçalarla birlikte beni terk edip gitmişti. Aynı zamanda bir kadın olma bilincim kayboldu. Benden daha akıllı olan bedenim uyum sağlamış ve kadınlığımın sıkıntılarını asgari ölçüye indirgemişti. Bir kadın olduğumu gönül rahatlığıyla unutabilirdim. Bazen çilek arayan bir çocuktum, sonra yine testereyle odun kesen genç bir erkek, ya da bankta oturup cılız dizlerimde İnci’yi tutarak batan güneşin ardından bakarken çok yaşlı, cinsiyetsiz bir varlıktım.”

‘Sevgiden daha akla uygun bir duygu yok’

Şimdi bu zorlu koşullarda modern kadınlara ‘uygun’ olmayan işlerin üstesinden gelirken yeni bir çehre, yeni bir görünüm kazanacak, ismi ise önemini tümüyle yitirecektir. Buna karşılık daha önce hayatında olmayan bir duyguyla tanışır; hesapsız ve karşılıksız bir sevgiyle. Hayvanlarla ilişkisinden yola çıkarak insanlar arasındaki sorunların kaynağında sevgisizliğin olduğunu anlamıştır.

“Sevmek ve başka bir varlık için çaba harcamak çok yorucu bir iş ve öldürmekten ve yıkmaktan çok daha zor. Bir çocuğu büyütmek yirmi yıl sürer, onu öldürmek ise saniyeler (…) Sevgiden daha akla uygun bir duygu yok. Sevgi, seven ve sevilen için yaşamı daha katlanılır kılıyor. Ama bunun tek imkânımız, daha iyi bir yaşam için tek umudumuz olduğunu zamanında fark etmemiz gerekirdi. Sonsuz bir ölüler ordusu uğruna insanın biricik imkânı sonsuza dek heba edildi.”

Güncelliğini yitirmelen bir metin

60’lı yıllarda yazılmasına rağmen güncelliğinden hiç bir şey yitirmeyen ‘Duvar’da insan ve hayvan psikolojisine mükemmel bir dille nüfuz etmiş Marlen Haushofer. Kurgusu da çok başarılı. Geçmişi gelecekte yazdığı için anlatıcı okuyucunun bir adım önünde. Hikayenin sonraki safhalarında cereyan edecek olaylardan küçük ipuçları vererek -mesela hayvanlardan bazılarının öldüğünü sezdirerek- okuyucu beklentisini diri tutuyor, biraz da hüzünlendiriyor. Gerçek dışı olduğunu bildiğimiz bir olaya -görünmez bir duvara- dayanan hikayede gündelik hayatla ilgili anlatım öylesine sıradan ve gerçeğe sıkı sıkıya bağlı ki, kısa süre sonra kurmacanın gerçekliğine, duvarın varlığına alışıyoruz. Saydam bir duvarla çevrili bu dünya aslında kendi dünyamızın çarpıcı bir metaforu – elbette Marlen Haushofer’un dünyasının da…

Ailenin prangaları, gündelik yaşamın tekdüzeliği, gayet iyi niyetli küçük burjuvanın dondurucu soğukluğu, kendi kifayetsizliği ve aynı şekilde üçüncü kişilerin kifayetsizliği Marlen Haushofer’in mutsuzluğunun ve edebiyata yönelmesinin en önemli nedeniydi.

“Mutluluk bulunamayınca çok kısa zamanda dünyaya yabancılaştı: Şiirsellikten yoksun bir yaşamın orta yerinde umutsuz bir umutlu, erkenden feragat eden, insanlarla arasındaki güvenlik mesafesini sürekli artıran biri. Sadece yapıtlarında, o akılda yer eden özgünlükten, o tutkulu hakikatten ve o her şeyi gözler önüne seren apaçıklıktan oluşan sahnelerde kendini evinde hissediyordu…”

Martina Gedeck, 1970’te hayatını kaybetti. Kadın yazını araştırmaları sayesinde önemi keşfedildi.

Önemi yıllar sonra anlaşıldı

Kısa ama edebiyat açısından dopdolu bir hayat sürdürdü Marlen Haushofer. 11 Nisan 1920’de Yukarı Avusturya’da, Frauenstein’da doğdu. Viyana ve Graz’da Alman Dili ve Edebiyatı okuduktan sonra kocası ve iki çocuğuyla Steyr’da yaşadı. İlk metni 1946’da yayımlandı. 1952 yılında yayımlanan uzun öyküsü ‘Das fünfte Jahr / Beşinci Yıl’ ile 1953’te Devlet Edebiyat Teşvik Ödülü’nü kazandı. Daha sonra ‘Eine Handvoll Leben / Bir Avuç Yaşam’, (1955), ‘Die Tapetentür /Gizli Kapı’ (1957), ‘Die Wand / Duvar’ (1963), ‘Himmel, der nirgendwo endet / Hiçbir Yerde Son Bulmayan Gökyüzü’ (1966), ‘Die Mansarde / Çatı Katı’ (1969) romanlarının yanı sıra kısa öyküler, çocuk kitapları ve radyo oyunları da yazdı. 1968’de Avusturya Devlet Edebiyat Ödülü’ne layık görülmesine rağmen 1970’te hayatını kaybedene kadar yeterince tanınmadı. Ölümünden sonra, kadın hareketinin ve kadın yazını araştırmalarının onu keşfetmesiyle yapıtlarının önemi anlaşıldı. Öyle ki bugün Avusturya edebiyatında Ingeborg Bachmann’la birlikte modern kadın yazınının öncüleri arasında sayılıyor.

Haftanın kitabı - İstanbul Buradaydı: İskender Dalaman’ın kabuslarıHaftanın kitabı – İstanbul Buradaydı: İskender Dalaman’ın kabusları

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.